Olan biten her şeye karşın sevmeye çalışıyordu. Kendini. Babasının ölümüne neden olmuştu ya da en azından o öyle olduğunu düşünüyordu. O günü asla unutamıyor; her gün, her dakika, her saniye gizliden gizliye kendini suçlu olarak görüyor, kendine olan nefreti giderek artıyordu. Her geçen gün daha detaylı düşünmeye çalışıyordu o anı ancak şu zamana kadar bir kere bile olsun düşüncelerine farklı bir bakış açısıyla yaklaşmayı seçmemişti. O, kendi gözünde suçluydu. Her zaman.
Daha 4 yaşındaydı, etrafındaki insanları analiz etmeye yeni yeni başlamıştı. İçgüdülerine çok güveniyordu, mantığından çok kalbini dinliyordu. Her ne kadar o tam aksini düşünse de. Aslında o zamandan belliydi ki o konuşan taraf değil, gözlemleyen taraf olacaktı. Duygularını yansıtan değil, içinde yaşayan olacaktı.
Doğduğundan beri aynı evde yaşıyordu. Evin, tıpkı kendisi gibi zaman geçerken kırılganlaştığını, yıkılmakta olduğunu o da görüyordu. Odasından pek çıkmazdı, çıktığında ise direk evin koridoruna ayak basıyor, babasının ölümüne sebep olduğu düşüncesi onu o an yapmak üzere olduğu şeyden alıkoyuyordu. On iki sene önce, o gün, koridorlarında yeşil, pürüzlü, yamalarla dolu, her an atılmaya yüz tutmuş bir çekyat vardı. Yanında ise banyo. Tam banyo kapısının önünde oturmuştu, sanki birinden saklanıyordu. Belki bu kişi içinde gizlediği öteki kişiydi: Her daim soğuk, kendisini korumak için duygularını görmezden gelen. Kafasında tek bir düşünce vardı, daha doğrusu bir ikilem. “Annem mi ölsün yoksa babam mı?” Bir kişi, bir çocuk neden böyle bir şey düşünür? Aklından ne geçmiş olabilir? Neyin etkisinde kalmış olabilir? Bu normal mi? Normal olabilir mi? Normal nedir? Normal diye bir şey var mı?
İlk başta “Annem ölsün.” demişti. Daha sonra kendisin de anlamayamadığı bir nedenden ötürü ani bir karar değişikliğiyle “Yok yok babam ölsün.” dedi. Neden? Belki içgüdü belki de altıncı his dediğimiz olgu. Nereden bilebilirdi ki? 4 yaşındaki kendisi dilediği, yaptığı şeyin “kötü” olduğunu nereden bilebilirdi? Kötülük gerçekten var mıydı? Yoksa zamanla mı oluşuyordu? Kötülük evrenin en başından beri var mıydı? Yoksa biz insanlarla mı geldi? Kötülük aslında insanlığın ürünü müydü? Hayatı boyunca bu sorulara cevap arayacaktı.
Ertesi gün; şu an kendisinin olan annesinin odasında ve yine annesinin tahta başlı, gıcırdayan yatağında üzerinde kırmızı, kolsuz, en sevdiği elbisesi, beyaz külotlu çorabı ve elinde tek ayıcığıyla oynuyordu. Oyuncaklardan nefret ederdi. Keyif geçirmekten en çok hoşlandığı şey resimli dergiler, kağıt ve kalemdi. Annesi banyodan yeni çıkmıştı, giyiniyordu. Bir yaz günüydü. Korumacı bir tavra sahipti, her zaman olabilecek en kötü olasılığı düşünür çocuklarının yapmasına engel olurdu. Sorulduğunda ise “Anne yüreği işte.” diye geçiştirirdi. Asla çocukları kısıtladığını, onların özgüvensizliğini pekiştirdiğinin düşünmezdi. Bu yüzden çoğu zaman çocuklarının onu sevmediğini düşünür, yaptığı fedakarlıkları sıralardı, sayarken bir yandan yaptıkları ona az gelirdi. Üzerinde siyah eteği ve beyaz atleti varken ona bir telefon geldi. Pembe kılıflı, tuşlu telefonunu aldı. “Alo.” dedi. Daha sonra ise “Evet, benim.” Ve öylece gözleri duvara kenetlenmiş bir şekilde durdu. Giderek büyüyen gözbebekleri ve açılan ağzıyla… Telefonu elinden düştü. Ama o hâlâ duvara boş boş bakmaya devam ediyordu. Şoktaydı. Kocası kaza geçirmişti. Babası kaza geçirmişti. Trafik kazası, işe giderken. 8 gün sonra 30 Ağustos’ta ise öldü. Olmuştu işte. Dilediği şey gerçekleşmişti. Gerçekten. Bu kadar basitti işte. Annesinin ölmesini dileseydi, acaba o mu ölecekti? Peki, babasının ölmesini dilemesi annesinin ölmesini dilemeye kıyasla iyi bir şey miydi? İyilik miydi? Olabilir miydi bu?
Bu düşünceler yıllar geçtikçe onu daha kırılgan, alıngan bir hale getirmişti. O gün öyle bir dilek dilemeseydi acaba şu an iki ebeveyni de yanında mı olacaktı? Sadece kendisine etmemiş ailesini en başta annesini büyük bir zorluğun altına itmişti. Etrafındaki en ufak bir problemden kendisini suçlu buluyordu. Ona göre kendi yaşamının suçlusu da oydu. O sadece ölmeyi hak ediyordu ama bunu yapacak cesareti yoktu. Ne de olsa bir dakika bile yaşayacağının garantisi yoktu. İnsanlardan her geçen gün daha da uzaklaşıyordu, dünyadan soyutlanmıştı sanki. Güvendiği kişi yok denecek kadar azdı; insanlar onun için anlamsızdı, kendisinin de insan olduğunu bile bile söylüyordu bunu. Kendisini anlatacak biri yoktu, annesine bile bir yabancıydı. İkisi de birbirlerini hiç tanımıyordu, bilmiyorlardı. Ne birbirlerinin en sevdiği rengi, ne hayvanı, ne de yemeği…
Uzun zamandır kendi okulunda birini seviyordu. Anne ya da babası olmayan, maddi durumu yetersiz öğrencilerin okuduğu bir okulda. Evet, birini uzun zamandır sevmesine yine o gün sebep olmuştu. Yaklaşık 7 yıldır. Şu ana dek kendi için ne yaptıysa başlangıcı o güne dayanıyordu.
Onun da kendisini sevdiğinden emindi ama söyleyemiyorlardı. Karşısındaki, alacağı cevaptan; o ise yine birinin canını yakacağından korkuyordu. Onun sevmesi çok yanlıştı, sevmemeliydi, ona yasaklanmalıydı. Çünkü sevdiği insanların hepsinin canını yakacağını düşünüyordu. Oysaki adı bile sevmekten geliyordu ve bunları düşünerek kendine işkence ediyordu. Kendisine sevmemesini defalarca söylese de buna engel olamıyordu. Onun her özelliğini biliyordu. Neyi sevip, neyi sevmediğini, ayakkabı numarasından burcuna kadar her şeyi… Gerçi karşısındaki de onun için öyle ama birbirlerine itiraf edemiyorlardı. İkisi de sadece kendilerinin belli başlı duygular beslediğini, karşısındaki kişiye açıldığında reddedileceklerinden korkuyordu. 7 yıldır. Sanki aralarında geçilmez bir duvar vardı. Kapısının kilidi ise sonsuza dek kayıp olmuştu.
O da sanata yöneldi. Yine 4 yaşından beri. Duygularını başka türlü nasıl ifade edebilirdi ki? Öbür türlü ifade etmektense ölmeyi tercih ederdi. Sanırım her şeye karşı ölmeyi tercih ederdi. Eninde sonunda olacaktı ki, şimdi olmasına ne gerek vardı? Babasının öldüğünü, kendi içinde öldürdüğünü anaokulunda söyleyememiş, çizerek dile getirmişti. En büyük işkencesi tutkusunu bulmasını sağlamıştı. Her kötülükte bir iyilik var denir, her siyahta bir beyaz. Onun beyazı, umudu sanatı mıydı? Herkes birbirini öldürürken, kuyusunu kazarken, arkasından konuşurken o sanatıyla hem kendi için hem de toplum için bir umut olabilecek miydi? Sanatın giderek işlevsizleştiği bir toplumda o bu ateşi yeniden canlandırabilecek miydi? Tek başına yapmaya gücü, tutkusu yeter miydi?
İleride bir okul açmak istiyordu. Kendisi gibi sanata meraklı, yetenekli ancak maddi durumu yetersiz dünyanın dört bir ucundan topladığı çocuklara eğitim verebileceği bir okul. Dünyaca bilinen bir sanatçı olup öğrencileriyle beraber yapacağı sergiler ile dünyayı dolaşmak istiyordu. Dünyaya bir iz bırakmak gerekiyorsa bunu öğrencilerinin yüreğinde bırakarak yapmak istiyordu. Belki de böylece her toplumda ateşini yakma şansı olacaktı. Olan biten her şeye karşın umutluydu o. Hayattan, insanlardan ama unutuyordu işte. Umudun en büyük kötülük olduğunu. İşkencesini uzattığını.
Comentarios