Felsefe; varlık, bilgi, gerçek, adalet, güzellik, doğruluk, akıl ve dil gibi konularla ilgili özsel sorunlara ilişkin yapılan çalışmalar bütünüdür. Bir diğer deyişle “düşünce sanatı” diyebiliriz. Bu durumdan hareketle herkesin doğduğundan itibaren bir düşünür olduğu kesin bir yargıdır. Hayata tutunmamız, yaşamayı sürdürmemiz, etrafımızdaki olaylara anlam verebilmek ve iletişim kurmak adına “bilgi” yeri değiştirilemez bir ihtiyaçtır. Her insan belli konularda bilgi sahibidir ve bu bu bilgileri kavrama ve işleme konusunda her birimiz sorular sorup çözüm yolu ararız. Bu duruma istinaden her birimiz düşünme, sorgulama eylemi içerisindeyiz.
Kendimi ise agnostik bir düşünür olarak tanımlamaktayım. Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Teknoloji dinin yerine mi geçecek? Bilime dayalı olan yeni bir din mi ortaya çıkacak? İnsanlar mı Tanrı’yı yarattı? Tanrı mı insanları yarattı? Neden insanların büyük bir kısmı korkularını, sevinçlerini, en büyük sırlarını paylaşmak adına kanıtlanmamış dini inançlara başvurmaktadır? Bu sorulara verilecek olan cevaplar hiç şüphesizki insanlık tarihini kökten değiştirecektir. İç sorgulamalarımdan hareketle şunu açıkça belirtmeliyim ki Tanrı’nın varlığı hakkında yeterli delil olmadığı için 1845 ile 1876 yılları arasında yaşamış bir İngiliz matematikçi ve felsefeci olan William K. Clifford’un ölçütüne vurulduğunda Tanrı’ya inanmanın inanç ahlakı açısından hatalı olduğu görüşündeyim.
Bu duruma üzerine tartışılabilir bir örnek vermek gerekirse şu örnek amacımıza rahatlıkla eşlik edecektir; Vaktiyle gemi sahibi bir tüccar kendisine ait bir mülteci gemisin denize göndermek üzere olduğu bir sırada gemisinin eski olduğu ve başlangıçta sağlam inşa edilmediğini ve bu durumun sonucu olarak onarılması gerektiğini fakat bir diğer taraftan da gemisinin birçok zorlu seferin üstesinden geldiğini dolayısıyla onarıma ihtiyaç duymadığı hakkında zorlu bir karar vermek zorunda kalmıştır. Gemisini onarmamıştır ve bu duruma bağlı olarak gemi deniz ortasında batmıştır. Gemisinin sağlamlığına içtenlikle inandığını kabul ediyoruz; fakat inancının içtenliği ona hiçbir şekilde yardım edemez, çünkü elindeki gibi delillerle inanmaya onun hiçbir hakkı yoktur.
Bunu yapan kişi masum olmuş olamaz. Doğru ya da yanlış ile ilgili soru, onun inancının ortaya çıkışıyla ilgilidir, konusuyla değil; inancın ne olduğuyla değil, kişinin onu nasıl elde ettiğiyle ilgilidir; inancın doğru mu yanlış mı çıkacağıyla değil, kişinin elindeki gibi delillerle hakkı olup olmamasıyla ilgilidir.
Elbette, benim de katılmakta olduğum bu görüşe tarih şeridini göz altına alıcak olursak çeşitli itirazlar, karşıt görüşler ortaya çıkmıştır. Bu duruma istinaden Clifford’un çağdaşı olan William James’i ilk sıraya koyabiliriz. Kendisinin “The Will to Believe” (İnanma İsteği) isimli makalesindeki karşı görüşü şu şekilde özetlenebilir; “Tanrı’ya inanmak ve inanmamak konusunda tercihte bulunacaksak, böyle bir konuda delillerin olmaması inanmamızı engellememelidir, zira bu hayati bir tercih olarak nitelendirilmektedir.”
Bu görüşle beraber hiç şüphesiz ki din felsefesi kapsamında bu konu hakkındaki tartışmalar uzunca bir süredir “kanıt getirme yükümlülüğü problemi” adı altında devam etmektedir ve edecek olacağı da su götürmez bir gerçektir. William James’in yanı sıra Alvin Platinga Anglo-Sakson analitik felsefe geleneği içinde yeşeren “reform teolojisi” akımına bağlı kalarak Tanrı inancının ahlaki ve rasyonel olması için kanıta dayanması gerekmediğini ki zira Tanrı inancı, ona inanan bir mü’min açısından “temel inanç” olduğu ve temel inançların kanıta dayanmasının gerekli olmadığını dile getirmektedir.
Alvin Platinga’nın Tanrı inancının temel bir inanç olmadığı, bu sebeple kanıta dayandırılması gerektiği düşüncesi, onun “klasik temelcilik” (classical foundationalism) başlığı altında adlandırdığı hatalı bir epistomolojik kurama dayanmaktadır ki bu kuramla beraber görüldüğü üzere Clifford’un makalesi kısa olmasına ve üzerinden kısa sayılamayacak bir süre geçmiş olmasına rağmen hala güncelliğini korumakta ve din felsefesinin önemli problemlerine referans olmaya devam etmektedir ve aslında kişinin eylemleri üzerinde hiçbir etkisi olmayan bir inancın bir inanç olduğunu ileri sürmek bile doğru değildir.
Verdiğim tüccar örneğine bakarak şunu da rahatlıkla söyleyebilirim ki yetersiz delille bir şeye inanmanın veya şüpheleri bastırarak ve araştırmadan kaçınarak bir inancı ayakta tutmanın yanlış olduğu yargısına varılabilir ki kabul edilen inanç doğru olup, dürüst bir araştırmanın sonucunda elde edilebildiğinde, güçlülük duygusu en yüksektedir ve duyulan haz da bunların en azamisidir. Zira bu durumda ise aniden biz, onun ortak bir değer olduğu ve bizim kadar diğer insanlar için de fayda ve iyilik barındırdığı duygusuna sahip olmakla beraber memnun oluruz.
Desteklediğim bu yargı ayriyeten Milton’un şu cümlesi ile de desteklenebilir; “Bir insan, eğer başka hiçbir neden bilmeksizin sadece bir din adamı öyle söyledi diye ya da konsil o şekilde tespit etti diye bir şeye inandıysa, doğruya inanırken dahi sapkınlık içinde olabilir. İnancının doğru olması elbette mümkündür, fakat yine de sahip olduğu bu doğru onun sapkınlığıdır.”(John Milton, Areopagiticaç London 1644.)
Sonuç olarak bir agnostik düşünür olarak Tanrı’nın varlığını ve yokluğunu ispatlayacak kesin kanıtların bulunmadığını, dolayısıyla Tanrı’nın ne varlığının ne de yokluğunun bilinebileceğini iddia etmekle beraber Tanrı’ya inanmamamın nedeni, O’nun yokluğuna dair kesin kanıtların bulunması değil, varlığı lehinde kanıtın bulunmamasıdır.
Comments